“Normal”, toplumun görünmez cebiridir; bireyi kurar, onu yönlendirir, sapmayı tanımlar ve sessizce disipline eder. Ancak her normatif düzenleme, kendi dışarısını, kendi “ötekisini” üretmekle kalmaz; bu ötekiyi bastırarak kendi iç tutarlılığını tesis eder. Anormal olan, bu bağlamda yalnızca normdan sapma durumuna neden olmuyor, normun bastırdığı içsel çelişkiyi de yüzeye çıkarır. Bu nedenle, anormal olanı analiz etmek, toplumun kendi üzerine kurduğu epistemik düzeni deşifre etmektir. Günümüzde ise bu “anormal”in, disiplin edici aygıtların müdahalesine gerek kalmaksızın, olağanlaştırılarak sisteme entegre edilmesi süreci gözlemlenmektedir. Bu entegrasyon, bir ilerleme sanılmasın, normun kendisinin çözülerek istisnayı içselleştirdiği bir simülasyon düzlemine işaret eder.
Modern toplumda hiçbir tabu kalıcı, hiçbir dışlama mutlak değildir; haliyle geç kapitalist formasyonun en temel karakteri, karşıtını soğurarak, farklı olanı estetikleştirerek, istisnayı dekoratif bir unsura dönüştürerek işlemesidir. Marjinal olan merkeze kaydırılırken, merkezde de kendi içeriğini yitirmesini talep eder. Bu durum, normatif yapıyı genişletmiyor, normun iç tutarlılığının bozulmasına neden oluyor.Bir toplum şaşırma yetisini yitirdiğinde yıkılmaz; yıkım, hatırlama yetisinin kesintiye uğramasıyla başlar. Anormalin sıradanlık kisvesine bürünmesi, kolektif belleğin kesintisizliğini kaybetmesiyle mümkündür. Ancak burada unutmak, basit bir yoksunluk olarak değerlendirilmemeli, unutma,anlamın taşıyıcı zemininden sökülmesidir. Hafızanın yerinden edilmesi, tekrarın tekinsizliğini ortadan kaldırır ve olağandışı olan, duyarsızlığın gündelik düzenine katılarak eritilir.
Söz gelimi toplumsal tahayyülün önceki evrelerinde istisnai addedilen şiddet, günümüz toplumunda sıradanlıkla iç içe geçmiştir. Ekranlarda dolaşan savaş imgeleri, çocuk bedenleri ve patlama anları, artık enformasyonun parçası olmanın ötesindedir, görsel tüketim rejiminin sıradan envanterine dönüşmüştür. Şiddetin bu denli görünür olması, onun etkisinin artmasıyla değil, hissedilme kapasitesinin tükenmesiyle ilişkilidir. Şiddet görünür oldukça, hissedilmez hale gelir; travma tekrarlandıkça sıradanlaşır. Böylece medya, hem şiddeti teşhir eder hem onu estetize eder. Şiddet, bir temsil olmaktan çıkmış durumdadır. Boşluklarla dolu bir gösteriye, travmanın pornografisine dönüşmüştür.Savaş, artık belirli bir mekâna özgü ve olgu olmaktan çıkarılmıştır,küresel görsel sirkülasyonun bir unsuru halini getirmiş. Ancak bu sirkülasyon, bilinç üretmekle kalmaz sadece; duyarsızlığa da zemin hazırlar. Şiddet karşısında sessizlik etik bir sorumluluk meselesiyken, izleyip hiçbir duygusal yankı üretmemek, insan olmanın ontolojik çöküşüne işaret eder.
Post-truth çağ, salt yalanın çoğalmasınında etkili olmamıştır, hakikatin gereksizleşmesini de beraberinde getirmiştir. Siyasi figürlerin sistematik olarak yalan söylemesi, artık istisnai bir sapma değil, rejimin işleyişinin asli bir bileşeni haline gelmiştir. Bu durum, etiki ekarte ederek estetik bir meseleye dönüşmüştür. Yalan, ikna etmek yerine,performans işlevi görmektedir. Bir çağın çöküşü, yalanların çoğalmasıyla degil, ancak doğruların değersizleşmesiyle başlar.Bu bağlamda,hakikat, söylemin epistemik bir koşulu olmaktan çıkarılarak, sadece bireysel inancın bir uzantısı haline getirilmiştir. Her bilgi “görüş”, her görüş “deneyim”, her deneyim ise “gerçeklik” olarak dolaşıma girmektedir. Bu, bilgi rejiminin yapısal çöküşünü gösterir.
Mahremiyet, modern öznenin kurucu alanlarından biri iken, günümüzde bir meta olarak dolaşıma girmiştir. Dijital platformları, bireyin her anını sergilediği, gözetim mekanizmalarına gönüllü olarak dahil olduğu bir disiplin değil, teşhir alanı işlevi görmektedir. Gözetim artık cezadan çok, görünürlük üretimidir. Gözetim altında yaşamak bir zamanlar korkutucuydu; şimdi ise gözetim dışı kalmak görünmez olmak anlamına geliyor.Orwell’in “Büyük Birader” metaforu, bugünün dijital pazarında “izlenmekten gurur duyan özne”ye dönüşmüştür. İzlenmek, artık bir denetim biçimi olmaktan haddini aşarak çıkmıştır, bir aidiyet göstergesi konumunda. Bu gönüllü teşhir, yalnızca mahremiyetin yitimi değil, öznenin kendi üzerindeki egemenliğini kaybetmesi anlamına gelir. Gözetim, burada büsbütün dışsal bir müdahaleye dayanılmıyor artık,içsel bir arzunun tatmini hâline gelir.
Kapitalist üretim, bedenin ardından zihni de üretim alanına dâhil etmiştir. Anksiyete, tükenmişlik sendromu, depresyon gibi durumlar, sistemik sömürünün bireydeki yansımaları olarak patoloji kategorisinden çıkmış; neredeyse normatif bir ruhsal duruma dönüşmüştür. Yorgunluk, çağımızın ahlaki parantezidir; çünkü tükenmiş bir beden eder isyan etme işlevini yitirmiştir. Psikoloji disiplini, bu bağlamda biyopolitikanın bir aracı olarak “normalliği” yeniden üretir. İyilik hali, denge, adaptasyon gibi kavramlar, bireyin sistemin ritmine uyum sağlamasını teşvik eden araçlara dönüşmüştür. Böylece, direniş gösterebilecek her içsel çatışma, terapi ve davranışsal düzenlemelerle nötralize edilir. Zihin, artık disipline edilmiyor; yalnızca uyumlu hale getiriliyor.
Kapitalist sistem, kendisine yönelik tehdidi, onu ticarileştirerek etkisizleştirir. Radikal olan, metalaştırılarak bir “stil”e, bir pazarlama nesnesine dönüştürülür. Sapkınlık, marjinallik, ötekilik; politik potansiyelinden arındırılarak trend haline getirilir. Sistem, yıkılamayacağını anladığı anormalliği giysi gibi giyer, vitrine koyar ve pazarlar.Bu türden bir içe alma, özgürleştirme sayılmaz, dekoratifleştirmedir. Farklı olan, artık sadece satılabilir olduğu sürece “değerlidir”. Radikal olan, “stil”e; politik olan, “etiket”e indirgenmiştir. Böylece sistemin eleştirisi, onun en parlak vitrini olur.
Her şeyin normalleştiği bir çağda, artık hiçbir şey normatif değildir; çünkü normun kendisi, tanımını kuran sınırları, kurucu istisnaları ve düzenleyici eşiği kaybetmiştir. Bu kayıp, yalnızca etik bir erozyon değil, ontolojik bir çözümdür. Normun içeriği boşaldıkça, anormal olan da kendine ait istisnai kudretini yitirir. Artık anormal, tehdit durumunu bertarafederek; estetik bir varyasyon, tüketilebilir bir farklılık, dolaşıma sokulabilir bir deneyim biçimidir. Bu ise yalnızca düzenin istikrarı değil, varoluşun tekdüzeliği anlamına gelir.
Bu durumda düşünce, normu yeniden kurmakla iştigal olmaz, normun çürüyen anatomisini teşhir etmekle ödev edinir zaten. Nitekim günümüzün asıl sorunu, neyin doğru olduğundan ziyade, neyin sorgulanamaz hale geldiğidir. Sorgulanamayan her şey, eninde sonunda doğallaşır; doğallaşan ise bir süre sonra meşrulaşır. Ve bu meşrulaşma, nihilizmin en rafine biçimidir: anlamın, değerlerin ve eylemin boşlukta salındığı bir düşünsel entropi hali.
Bir çağ, her şeyi anlamlandırdığında değil, hiçbir şeyin artık sorulmaya değer bulunmadığında tükenir. Bu tükeniş, sessizlikle vuku bulmuyor, aksine gürültüyle örtülüdür; çünkü normalleşmiş anormallik, susturmaz, aksine konuşturur ama konuşturduğu şey, anlamı aşındıran bir yankıdan ibarettir.
Dolayısıyla düşünce, bugünün en nadir pratiği, en kırılgan direniş formudur. Bilgi üretiminin ötesinde bir eşik kurar; sessizliğe kulak verir ve görmenin unuttuğu şeyi dile getirme cesaretini barındırır. Normun entropisi karşısındaki direnç, düzenle uzlaşan bir arayıştan ziyade, anlamın dramatik açlığında ısrar etmeye yönelir
Yorum Yazın
Facebook Yorum