Milletin felsefi analizinde başlangıç noktası çoğunlukla onun bir “cemaat”, bir “birliktelik” ya da “aidiyet ağı” olduğu varsayımıdır. Ancak millet, yaşanmış ortaklıkların toplamı oluşmuyor sadece, birlikte susulan, birlikte bastırılan ve birlikte estetikle örtülmüş bir boşluğun etrafında örülür. Milleti kuran şey salt ortak bir hafıza değildir, hafızanın seçici bir yıkımıdır aynı zamanda; hatırlamaktan çok, hatırlanamayanın inşa ettiği törensel sessizliktir.
Ulus, yalnız yaşanmışlıkla mı kurulur? Tarihi iyi incelersek, bu soruya hayır cevabı verebilecek bir çok referans ile karşılaşbiliriz, dolayısıyla ulus,yaşanmış gibi yapılanla kurulduğunu söylemek kabil. Bu yapı, Jacques Derrida’nın “hayalet” kavramıyla düşünürsek. Hayalet, ne geçmişin tam anlamıyla gerisindedir ne de şimdiye tümüyle dâhil olur. Varlık ile yokluk arasında salınan bir silüettir; hem görünür hem kaygıyla bastırılır, hem anılır hem yok sayılır.
Milletin kurucu törenleri, tam da bu hayaletin çevresinde döner. Bayraklar, anıtlar, marşlar ve resmi anlatılar hepsi bu görünmeyen varlığa biçim verilme çabasıdır. Ancak biçim verilirken içerik kaçırılır; gösterilirken gizlenir. Milletin öznesi yoktur; onun yerine hayaletleşmiş bir özne tahayyülü vardır: adı olan, bedeni olmayan bir figür.
Bu yüzden ulus, varlıkla dolu bir yapıdan çok, boşluğu işaret eden bir gösterge olarak düşünülmelidir. Onu birleştiren şey, yaşanmış gerçeklikler değil; ortak bir eksikliğin törensel simülasyonudur. Her millet, unutulmuş bir çatışmanın üzerini örtmek için inşa edilen estetik bir gömüttür.
Derrida, Specters of Marx (1993)’te hayaleti şöyle tanımlar: “Hayalet, geri dönen değildir; hiç gitmemiş olandır.” Bu ifade, ulus fikrini radikal biçimde sarsan bir eşiktir. Çünkü ulus, var olduğu sanılan bir geçmişin değil, henüz kurulmamış ama geçmiş gibi gösterilen bir birlikteliğin figürüdür. Ulus, tarih içinde gerçekleşmiş bir olaydan çok, geleceğe musallat olan yarım kalmış bir kurgudur.
Hayaletin varlık hâli, tanıdık ontolojik kategorilere yerleşmez. Pozitivizmin ölçülebilirliğinden ve metafiziğin aşkınlığından taşar. Hayalet, kanıt bırakamayan bir iz, söze dökülemeyen bir çağrı, biçim kazanmayan bir görüntü olarak belirir. Onun mevcudiyeti, hem silinmiş hem belirgindir; hem konuşur hem susturur.
Ulus da bu anlamda belirli bir madde ya da özneyle temsil edilemez. O, varoluşun törenle inşa edilen bir biçimidir. Anıtlar, marşlar, kolektif yaslar ve kurucu mitler bu boşluğu görünür kılmak için sergilenen estetik kalıplardır. Ancak bu sergileme, her zaman eksik, her zaman kaygılı bir sunumdur; çünkü temsil edilmek istenen şeyin kendisi hiçbir zaman tam olarak orada bulunmaz.
Derrida’nın hayalet kavramı, Shakespeare’in Hamlet oyunundaki ölü kralın ruhuyla örneklenir. Hamlet’in babası döner çünkü adalet sağlanmamıştır. Ulus da aynı şekilde “tamamlanmamış bir yas” üzerine kuruludur. Kurucu babalar, kurucu şehitler, kurucu anılar hepsi birer Hamlet hayaletidir. Dönüp dolaşırlar çünkü hiç tam olarak gömülememişlerdir. Cenazesi kalkmamış bir ulus, hayaletini kutsal kılar.
Milliyetçilik teorileri çoğunlukla ulusu pozitif bir nesne gibi alır: belli bir halk, belli bir tarih, belli bir kültür. Oysa ulus, esasen bir eksikliktir. Bir şeyin eksikliğinin törensel simülasyonudur. Ne geçmişe tam olarak aittir ne şimdiye sahiptir. Bu zaman dışılık, Derrida’nın hauntology (musallat-ontoloji) kavramıyla düşünülmelidir: Ulus, hep şimdiki zamanı sızdıran bir gecikmeyle konuşur.
Söz gelimi Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramı ulusu yeniden kavramak için kullanılabilir. Bu simülasyon kuramında ulus, bir gerçeğin temsili olmaktan çıkmıştır,gerçeğin olmayışının temsili gibi davranır. Ulusal marşlar, törenler, semboller hepsi milletin olduğu yerde değil, olmaması ihtimaliyle çalışır. Ulus, bir içerik çok; o içeriğin eksikliğini maskeleyen bir gösteridir.
Freud’a göre yas tutulmamış bir ölüm, melankoliye dönüşür. Milletin tarihi, bastırılmış kayıpların şekillendirdiği kolektif bir melankoli rejimidir. Çünkü hiçbir ulus, kendi içinde kurucu olan şiddeti bütünüyle anımsamaz. Anılmadan bırakılmış her ölüm, törensel dilin içine sıkışmış her kayıp figürü, ulusun hayaletleri olarak geri döner. Bu hayaletler, konuşulamayan geçmişin yankısıdır; sembolleştirilmiş kurbanlar, simgesel bir sessizlik içinde dolaşır. Böylece millet, yalnızca yaşayanların değil, sözü bastırılmış ölülerin de mekânına dönüşür.
Agamben’in “homo sacer” kavramı, milletin içine almadığı ama yaşamasına da izin verdiği bedeni tarif eder. Ulus, yalnızca aidiyet üretmez; dışlanabilir olanın kim olduğunu da tayin eder. Hayaletler bu dışlamanın izidir. Vatansızlar, mülteciler, azınlıklar milletin “olamayan” özneleridir. Ama hep oradadırlar; varlıksızlık içinde yaşayan varlıklar.
Blanchot’ya göre hakiki cemaat, eksiklikten kurulur. Ulus, kendini hep bütün gösterir; oysa en parçalı şeydir. Her ulus, kurucu bir eksikliği aşırı vurguyla maskelemek zorundadır. Bu yüzden milliyetçilikte tekrar vardır, törensellik vardır, anıların aşırı yüceltilmesi vardır. Çünkü gerçek bir birlik yoktur ancak birlik gibi görünme zorunluluğu vardır.
Ulusun zamanla ilişkisi kırılmıştır. Geçmiş, ne yaşanmış bir deneyimdir ne de ders çıkarılmış bir vakadır. Geçmiş, yalnızca bugünün meşrulaştırılması için dramatize edilen bir metindir. Her tarih yazımı, milletin hayaletlerini sahneye çıkarır. Ve bu sahne , adalet yerine, temsil üretir. Unutuş, anlatılaştırılır. Sessizlik, törenleştirilir.
Ulusun hayaletli doğasını tanımadan, hiçbir siyasal tartışma adaletle yapılamaz. Çünkü adalet, ancak ölülerin konuşabildiği yerde mümkündür. Derrida’nın hayaletiyle karşılaşmak, ulusun bastırdığı tüm özneleri susturulmuş halkları, dilleri, kadınları, ölüleri yeniden çağırmak değil; onların konuşamayışının yankısını duymaktır.
Ulus, artık ölmüş bir biçimden oluşmuyor. Ama yaşayan bir varlık da sayılmaz.O, hâlâ konuşan ama dili olmayan, hâlâ duran ama yer kaplamayan, hâlâ anılan ama asla tam olarak bilinmeyen bir musallattır. Ve belki de siyaset, hayaleti gömmekle değil, hayaletle birlikte yaşamayı öğrenmekle başlamalıdır.
Kaynakça
Derrida, Jacques. Marx’ın Hayaletleri: Borç, Yas ve Yeni Enternasyonal. Çev. Ferda Keskin ve Gaye Çankaya Eksen, Ayrıntı Yayınları, 2003.
Baudrillard, Jean. Simülakrlar ve Simülasyon. Çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, 2017.
Freud, Sigmund. “Yas ve Melankoli.” Metapsikoloji içinde, çev. Meliha Yıldız, Payel Yayınları, 2000, ss. 245–264.
Agamben, Giorgio. Homo Sacer: Egemen İktidar ve Yaşam. Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 2015.
Blanchot, Maurice. Yazı ve Sessizlik / Sonsuz Muhatap. Çev. Selahattin Özpalabıyıklar, Metis Yayınları, 2006.
Shakespeare, William. Hamlet. Çev. Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2022.
Marx, Karl ve Friedrich Engels. Komünist Manifesto. Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2010.
Yorum Yazın
Facebook Yorum