Modernliğin gündelikleşmiş formları, çoğu zaman teorinin gözünden kaçacak denli sıradan, alışkanlıkların örtüsüne bürünmüş kadar sessizdir.Gündelik sosyal hayatta bir mekâna adım attığınızda, orada sizi karşılayan şey çoğu zaman mimarilerden öte olgulardır, düzenin üzerine sindirilmiş bir niyettir. Sessiz bir normatifliktir bu; tabelasız bir yönlendirme, komutsuz bir itaat. Göz, beden, refleks ve zaman: hepsi görünmeyen bir protokolün parçası hâline getirilmiş.Tüketim mekanlarında self-servis masum ve zararsız görünen bu formlardan biridir: Bir yemeği kendin almak, bir alışverişi kendin taşımak, bir işlemi kendin tamamlamak… Bunlar yalnızca verimlilik pratikleri olarak görülür; oysa bu pratiklerin ardında, çağdaş öznenin dönüşen politik ve estetik formu saklıdır. O halde şeyle bir ifade kullanmakta hüsran görmüyorum:Çağımızda insan, yalnızca düşünen ya da hisseden bir varlık olmaktan çıkmıştır, sürekli olarak kendi üzerindeki yükü taşıyan bir görev makinesine dönüşmüştür ve dönüşmeye de devam etmektedir.
Self-servis bir hizmet modeli olarak işlemez,varoluş düzenlemesidir. Bu düzenleme, öznenin yalnızlaşmış emeğini rasyonel ve sistematik hale getirilmiştir. Aynı zamanda toplumsal dayanışmanın bedensel ve duygusal tüm izlerine el koymuştur . Temasın yerini yönlendirme, karşılaşmanın yerini kaçınma, yardımın yerini otomasyon aldığını görmekzor değil artık. Böylece özne, kendine ait olanı taşımaktan çıkmıştır, sistemin ona zimmetlediği bir işlevi taşımaya başlamıştır.Neoliberalizmin en sofistike icatlarından biri olan bu yapı, özgürlük adıyla sunulan bir otomatlaşma rejimidir. Birey, artık sadece tüketici değildir; aynı zamanda üretimin, işlemin, hizmetin taşıyıcısıdır. Ve bu taşıma eylemi, bedensel bir yükten öte,anlamın yorgunluğuna yol açmıştır. Çünkü insan, başkasının emeğini görmedikçe kendi varlığının da ortaklık zeminini yitirir.
Self-servis, modernliğin özneye kurnazca yüklediği görünmez angaryaların vitrini değilse nedir? Mekân sadeleştikçe görev çoğalır; hizmet alanla hizmet veren arasındaki sınır eridikçe, özne kendi bedeninin lojistik görevlisi haline gelir. Bu, yalnızca bir alışveriş ya da yemek alışkanlığı değil; insanın kendini hızın, işlevselliğin ve verimliliğin eksenine yerleştirdiği yapısal bir dönüşümdür. Bir zamanlar başkası tarafından yapılan şeylerin, artık kişinin kendi sırtına yüklenmesiyle oluşan bu düzen, “özgürlük” adıyla ambalajlanmış bir öz yükümlülük ekonomisidir.Birey artık hizmet talep eden değil, kendi hizmetinin taşıyıcısıdır. Bu taşıyıcılık hali yalnızca fiziksel nesneleri kapsamaz; zamanını, sabrını, dikkatini ve hatta nezaketini taşımakla da yükümlüdür artık. Self-servis sistemleri, ekonomik maliyeti azaltırken, psikolojik ve duygusal maliyeti arttırır. Çünkü özne artık sadece sipariş veren bir varlık olmaktan çıkmıştır, siparişin lojistiğinden sorumlu bir aktördür. Her işini kendin yap formülü, toplumsal emeğin görünürlüğünü silerken, bireyi atomize eder, ilişkisizleştirir, yalıtır.
Self-servis, yalnızlaştırılmış emeğin soğukkanlı sahnesidir. Bu sahnede herkes kendi rolünü sessizce oynar, kimse kimseye temas etmez, hiçbir jest artık gereksiz görünmez. Burada hizmet karşılaşma işlevini yitirmiştir, bir bakıma kaçınma eylemine dönüşmüştür. Garsonun yüzünü, kasiyerin sesini, bankacının bedenini çıkarır bu yeni düzen. Mekân sadeleşirken anlam da silinir: İnsan insana hizmet etmeyi bir eksiklik olarak görmeye başlar. Oysa temas, bir medeniyet belirtisidir; self-servis ise bu medeniyetin yavaşça çözüldüğü, eridiği bir çukurdur.Zamanı verimlilikle bölmek, mekânı görevle bölüştürmek, insanı işlevle tanımlamaktır. Bu sistemde hizmet, bir hak değil, bir imtiyaza; imtiyaz ise sessiz bir itaate dönüşür. Hizmeti yapanın görünmezleştiği yerde, emeğin değeri önemarz etmiyor, sadece çıktının hızı ölçülür. Bu hız, bir tür ideolojik coşku olarak pazarlanır. “Kendi işini kendin yap” söylemi, kapitalist rasyonalitenin en zararsız görünen ama en derin içselleştirme aygıtıdır. Çünkü burada sömürü, artık karşıdan gelmez; bireyin kendinden çıkar.
Bankacılık işlemlerinden hastane randevularına, süpermarketlerden eğitim platformlarına kadar her alan, bireyin kendi kendine yürüttüğü işlerin ardı ardına dizildiği bir otomasyon rejimine dönüşmüştür. Self-servis çağında birey, sürekli kendine görev yükleyen bir yönetici gibi davranır; aynı zamanda bu görevlerin ağırlığı altında ezilen bir çalışan konumuna sürüklenir. Bu çifte pozisyon, neoliberal özne tipolojisinin temelini oluşturur: Müdür gibi hisseden, işçi gibi yaşayan bir varlık. Hegemonya tam da bu noktada görünmezleşir; kişi artık sömürüldüğünü düşünmez, bunun yerine “kendi kararlarını uyguladığı” yanılgısıyla hareket eder.Self-servis kültürü, toplumsal karşılaşmanın yerini operasyonel akışa, bedensel yardımın yerini dijital yönlendirmeye bıraktığı; hizmeti bir ihtiyacın karşılığı olmaktan çıkarıp kişisel performansın ölçüsüne dönüştürdüğü ölçüde, yalnızca teknik bir sistem değil, aynı zamanda bir uygarlık krizidir. İnsan bu düzende hem üretici hem tüketici, hem kullanıcı hem de başka bir kullanıcıya hizmet sunan algoritmik bir ara yüz haline gelir. Yardımla karşılaşmak giderek istisnalaşır; dayanışma, sistemin dışına düşen bir sapmaya dönüşür.
Ve nihayet, kendine hizmet etmeye koşullanan özne, başkasının emeğiyle karşılaşmaktan utanç duyar hale gelir; yardım istemek zayıflık, yavaşlık tembellik, temas ise rahatsızlık olarak kodlanır. Bu yapıda her hareket işlevsel, her eylem yalnız, her jest hesaplıdır. Bu yüzden toplumsal alan, bir karşılaşma mekânı olmaktan çıkar; birbirinden kaçan zamanların çarpışmadığı, yalnızca birbirini dışladığı bir koordinat düzlemine dönüşür. Self-servis, bir kolaylık mimarisi olarak değendirilmemeli; bir yalnızlık protokolüdür. Bu protokol sessizce işler, çünkü kişi yükünü kendisi taşırken, o yükün altında kaldığını fark etmez. Emeğin toplumsallığı silindikçe, insan yalnızca kendi işini yapmaya değil, başkasının emeğine karşı da kayıtsız kalmaya başlar. Dolayısıyla self-servis sistemler, modernliğin “yardımsız birey” ideolojisinin sessiz mühendisliğidir. Her bireyin kendi kasiyeri, kendi danışmanı, kendi rehberi olduğu bu yeni düzende, dayanışma bir nostaljiye, yardımseverlik bir yükümlülüğe, topluluk ise bir arızaya dönüşür. İnsan kendine hizmet ederken, insani olanı yitirir. Hizmetin silinmesi, ötekinin silinmesidir; ve ötekisi olmayan bir dünya, yalnızca sistemlerin devindiği, anlamın askıya alındığı bir boşluk haritası olarak kalır.
Yorum Yazın
Facebook Yorum